Editor Yorum yapılmamış

 

Araştırma Görevlisi M.Ammar Kılıç ile Söyleşi

 

Nevra Zehra Babürşah

 

Tarihsel olayları, siyasi darbeleri, bağımsızlık mücadeleleri ve farklılıkları barındıran dini/ kültürel yapısıyla ün yapan Afrika kıtası, toplumlararası kültürel etkileşimin en önemli kavşaklarından. Kültürel farklılıkların zenginlik olarak kabul edildiği kıtada değişik siyasi, ekonomik, sosyal özelliklere sahip her ülke; sineması, müziği, müzik aletleri, dansları, mutfak kültürü, sanatı, mimarisi, din, dil ve mezhep çeşitliliği ile zengin bir kültür mozaiği oluşturuyor. Ulusal topluluğu renklendiren din ve etnik çeşitlilik  -çatışma olmadığı sürece-  Afrika bölgelerine dinamizim kazandırıyor.

Peki, habercilik dilinde ve halk arasında “açlık, yoksulluk ve sömürü” gibi kelimelerle etiketlenen Afrika algısı gerçeği ne kadar yansıtıyor? Afrika insanı iddia edildiği gibi uygarlıktan, teknolojiden, sanattan yoksun bir hayat mı sürüyor? Sürekli, “ beyaz adam tarafından sömürülen ve tüketilen yerler” olarak nitelenen kıtada, kendilerini ülkelerinin özgürlüğüne adamış ve adayan insanların sayısı hiç de az değil.

Namık Kemal Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde araştırma görevlisi M. Ammar Kılıç ile Prof. Mahir Şaul’un projesinin bir çalışması olarak gerçekleştirdikleri Türkiye’den Batı Avrupa ülkelerine giden göçmenlerle birlikte yaptıkları yolculuğu ve yine ekibin proje etkinliği olarak Senegal ziyaretlerini  ve genel anlamda  “başka Afrika”  yı değil,  gerçek Afrika’yı konuştuk.

 

 

Ammar Kılıç kimdir, kendinizi bize tanıtır mısınız?

 1990 Fatih doğumluyum. 2008 yılında girdiğim Marmara Üniversitesi Sosyoloji bölümünden 2012’de mezun oldum, aynı üniversitede 2016 yılında din sosyolojisi alanından yüksek lisans derecemi aldım. 2018 yılından beri de Koç Üniversitesi Sosyoloji bölümünde doktora yapıyorum. Halihazırda Tekirdağ’da yaşıyorum, Namık Kemal Üniversitesi Sosyoloji bölümünde araştırma görevlisiyim.

 Türkiye’ye göç konusuna ilginiz nasıl başladı? Bu konuda şimdiye kadar başlıca hangi alanlarda araştırma yürüttünüz?

 Liseyi Pertevniyal Lisesi’nde okudum. Okul, Yenikapı, Kumkapı ve Aksaray üçgeninde bulunuyor. Bugün olduğu gibi o zaman da bölge göçmenlerin ikamet, ticaret ve başka türlü türlü vesilelerle bir araya geldiği bir yerdi. Her yanımız göçmen doluydu. O zamanlar ne akademik ne de aktüel düzeyde göçmenlik meselesine ilgim yoktu, ancak dünyanın bin bir farklı yerinden buraya gelmiş bunca insanla beraber aynı kentte nefes aldığımız gerçeğini idrak etmemin kökleri o karşılaşmalarımda yatıyor.

Üniversitenin son dönemlerinde, sosyal faaliyetlerde bulunmak için bir araya geldiğimiz bir gönüllüler grubuyla, Tarlabaşı’nda Sierra Leoneli göçmenlerin temel ihtiyaçlarını gidermek ve karşılaştıkları hak ihlallerini takip etmek amacıyla bir çalışma başlatmıştık. Yıllar içinde Tarlabaşı ve Kurtuluş civarında sayısız göçmen dost edindik, Sierra Leonelilerin dışındaki Afrikalı topluluklarıyla da ilişkiler geliştirdik. Bunlar akademik amaçlarla değil, insani dayanışmayı arttırma niyetiyle yürüttüğümüz çalışmalardı. Tabi, sonraki yıllarda yapacağımız akademik araştırmalarımız için de verimli gözlemler biriktirmemizi sağlayan tecrübeler oldu.

Aynı dönemde malum Arap Baharı ve ardından Suriye iç savaşı başladı. Türkiye’de göç meselesi birkaç yıl içinde en önemli çalışma sahalarından biri haline geldi. Bu dönemde Suriyeli göçüyle göçmen hakları aktivizmi yürüterek ilgilenmekle birlikte asıl odağım Afrikalı göçmenler olmayı sürdürdü.

İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Prof. Mahir Şaul’un yürüttüğü TÜBİTAK projesi “Sahra altı Afrika’dan Türkiye ve Akdeniz havzasına göç” konusunu araştıran bir ekibin üyesisiniz. Siz bu projenin neresindesiniz?

Bu projede araştırmacı sıfatıyla bulunuyorum. Projenin amacı kabaca Türkiye’de bulunan Sahra altı Afrikalı göçmenlerin sosyal, ekonomik, kültürel ve mekânsal haritasını çıkarmak, Türkiye’deki tecrübelerini kayıt altına almak. Proje ekibindeki her bir arkadaşımız ya şahsen ya da grup olarak kendi çalışma konularına uygun katkılarda bulunuyor. Ben bu çalışmaların üçünde aktif olarak yer aldım: İstanbul’daki Afrikalıların çalışma ve ikamet profillerini çıkarma amacıyla hazırlanmış, yaklaşık 1000 kişiye uygulanmış orta ölçekli bir anket çalışması; pandemi döneminde Karadeniz bölgesine çay hasadına giden Afrikalı mevsimlik işçiler hakkında bir inceleme; ve son olarak Türkiye’den Balkan rotasını takip ederek Avrupa’ya ulaşmaya çalışan Afrikalı göçmenlerin zorlu göç tecrübeleri üzerine bir etnografi.

 Bu son sözünü ettiğiniz çalışmaya dönelim; TÜBİTAK projesi çerçevesinde yakınlarda Yasir Bodur ile birlikte Türkiye’den Balkan ülkelerini geçerek gayri resmi yollardan Batı Avrupa ülkelerine giden göçmenler üzerine çok ilginç bir etüt gerçekleştirdiniz. Değişik Balkan ülkelerini ziyaret edip İstanbul’dan tanıdığınız ve zor şartlar altında sınırları geçen göçmenlerle görüştünüz, hayat şartlarını izlediniz. Bu konuda Türkiye’de önemli bir katkı olacak bir kitap/monografi hazırlamakta olduğunuzu biliyoruz. Bu konuda bizimle paylaşmak istediğiniz neler var?

Bu çalışma birçok yönüyle ufuk açıcıydı. Amacımız Türkiye’de bir süre ikamet etmiş ve Batı Avrupa’ya ulaşmak üzere Balkan rotasını arşınlamaya çalışan göçmenlerin tecrübelerine tanık olmak, yolculuk boyunca karşılaştıkları yapısal engelleri ortaya çıkarmak ve bütün bu zorluklara karşın göçmenlerin hayatta kalma, yolculuklarını tayin etme ve hedef ülkeye ulaşma konusundaki beceri, sabır ve kararlılıklarının ölçüsünü anlamaktı.

Yolculuğun Türkiye ile ilişkili olan kısmı iki türlüydü: İlk olarak, bu göçmenler Türkiye’de aylarca veya yıllarca yaşamış ve daha güvenceli bir yaşam umuduyla buradan ayrılmayı göze almış kişilerdi. İkinci olarak ise, Türkiye’de kurdukları ilişkiler ve biriktirdikleri sosyal sermaye yoluyla, yolculuk boyunca Türkiye ile bağlantılı kalmayı sürdürebiliyor ve yolculuk sırasında gereken finansal veya duygusal kaynakları seferber edebiliyorlardı. Yani hareket halindeki göçmenlerin yolculuklarını Türkiye’deki bağları üzerinden düşünmek de bu çalışmanın odak noktalarından biriydi. Göç, bağlantıların dinamik, sürekli ve karmaşık bir şekilde yeniden ve yeniden kurulduğu bir tecrübedir ve göç araştırmacıları da çalışmalarında olabildiğince çok bağlantı noktasını bir araya getirerek düşünebilmelidir.

 

Velika Kladusa, Bosna -Hersek, Miral göçmen kampı önü.

 

Biz esasen Afrikalı göçmenlerin takibini yapmakla birlikte, az önce andığım bağlantılandırma zaruretinden ötürü, yolculuk halindeki dünyanın başka yerlerinden, farklı etnik gruplardan insanlarla da karşılaştık, görüştük, hikayelerini dinledik. Bu görüşmeler Afrikalıların durumunu daha iyi anlamamız için bize ipuçları verdi. Afganlar ve Pakistanlıların bu rotaya sayıca hakim oldukları görülüyor, ancak Faslılar ve Suriyeliler de var, hatta Türkler bile bulunuyor. Sahra altı Afrikalılar çoğunlukla Akdeniz rotasını takip ettikleri için Balkan rotasında sayıca azlar, daha az örgütlü ve daha kırılgan bir pozisyonda görünüyorlar. Ancak çeşitli stratejiler onların bu kırılganlığı aşmalarını sağlayabiliyor.

 

Sid, Sırbistan, göçmenlerin sığındığı bir squat.

 

Biz çalışmamızı Yunanistan’dan başlayarak, Makedonya, Kosova, Arnavutluk, Sırbistan ve Bosna-Hersek’te yürüttük. Fark ettiyseniz buralar Yunanistan haricinde Avrupa Birliği sınırlarının dışında kalan bölgeler. Ama Avrupa Birliği’nin şiddete dayalı göç ve sınır rejimini en iyi gösteren yerler aynı zamanda. Çünkü AB, gerek bu ülkelerle düzensiz göçü önleme yönünde ikili anlaşmalar yaparak, gerek sınır koruma ajansı Frontex’i bu ülkelerin sınırlarına göndererek, gerekse sığınmacı kamplarını finanse ederek dış sınırlarını fiilen genişletiyor. Örneğin Arnavutluk’ta sınır koruma operasyonlarının Frontex’e havale edildiğini görüyoruz. Ege’deki sığınmacı botlarının hukuksuz biçimde Türkiye sularına itilmesi vakalarında da Frontex’in rol aldığı belgelendi. Bunun haricinde, Bosna-Hırvatistan, Sırbistan-Hırvatistan yahut Sırbistan-Macaristan sınırlarında da devamlı bir sınır şiddeti mevcut. Göçmenlerden sayısız dayak, işkence, gasp ve geri itilme hikayesi dinledik. Bu sınır şiddeti AB’nin çeşitli kurumları tarafından bilinse de göz yumulan, dış sınırların korunması amacıyla ödenen insan hakları bedelleri gibi duruyor. En ilginç gözlemlerimizden biri, “sınır” mefhumunun rota boyunca ne kadar oynak bir şey olduğunu görmek oldu: Örneğin Türkiye’den çıkıp Selanik’i geçene kadar Yunanistan’da değilsiniz çünkü yakalandığınız anda tamamen bütün AB hukuk ilkeleri çiğneniyor ve Türkiye’ye geri gönderiliyorsunuz (gönderilmeden önceki hak ihlalleri cabası). Sırbistan’da da “Belgrad’a kadar” ve “Belgrad’dan sonra” şeklinde eşikler var. Yine Macaristan’da Budapeşte’ye ulaşıncaya kadar yakalanmanız durumunda Sırbistan’a geri itilmeniz işten değil. Hatta sahadaki göçmen hakları inisiyatifleriyle görüşmelerimizde bu geri itmelerin zincirleme (yani bir ülkeden diğerine, ondan diğerine şeklinde) gerçekleştiği vakalardan haberdar olduk.

Bunca sınır şiddetine karşı göçmenler de dinamik yanıtlar geliştiriyorlar. Önemli gözlemlerimizden biri, mobil telefonlar ve yolculuğu kolaylaştıracak her türlü mobil uygulamanın hareket halindeki insanlar için bir cankurtaran niteliğinde olduğu. Örneğin Ege’den botla Midilli’ye geçmeye çalışan bir grup Etiyopyalı’dan dinlemiştik: Adaya çıktıklarında, sosyal medyada mültecilerin adaya ulaştıklarını haber yaparak onları hukuksuz geri itmelere karşı korumayı amaçlayan Norveç merkezli “Agean Boat Report” adlı bir göçmen gözlem eviyle mobil internet yoluyla irtibata geçerek konumlarını göndermiş, geri itilmeden bu şekilde kurtularak kendilerini mülteci kampına atabilmişlerdi.

 

Sid, Sırbistan sınır bölgesinde göçmenlerle görüşürken.

 

Ayrıca göçmenler göç rotalarını sürekli yeniden çiziyorlar, sınır şiddetinin yoğunlaştığı bölgeler terk edilebiliyor, yeni geçiş noktaları oluşturuluyor, gelgitli, zikzaklı güzergahlar açılıyor. Yol esnasında, Legis, No Name Kitchen, Blindspot, Kompas 071 Sarajevo, Rahma, SOS Balkanroute, Collective Aid, Info Kolpa vb. göçmen dostu dayanışma gruplarıyla irtibata geçiyorlar, gıda, kıyafet, powerbank gibi ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlar. Hülasa, bu yolculuk; dil bilmek ve girişkenlik gibi kişisel kabiliyetler, göç konusundaki geçmiş tecrübeler, biraz para ve şans, yoldaşlar arası dayanışma, tecrübeli rehber gruplarına dahil olma, yolculuk sırasında uzak tanışıklık ağlarının harekete geçirilmesi ve finansal desteği sürdürülebilir kılma, ve mobil dijital teknolojileri para dışı ihtiyaçlar için seferber etme gibi stratejilerin kombinasyonuyla mümkün olabiliyor.

 

Sid, Sırbistan, göçmenlerin konakladığı bir orman kampına No Name Kithcen gönüllüleriyle ziyaret.

 

Son olarak, üzerinde çalıştığımız kitaba dair bir iki cümle ekleyeyim. Kitap, bütün bu göç bağlamını, İstanbul’dan tanıdığımız ve 6 aylık çetin bir yolculukla Viyana’ya ulaşmayı başarmış Senegalli bir dostumuzun hikayesi örnekliğinde anlatacak olan bir yolculuk etnografisi. Yani, sadece bir alan çalışması raporu değil. Betimsel yanı büyük yer tutuyor, çünkü öğrendiğimiz bilinmeyen gerçekleri sunma amacını taşıyor. Ama aynı zamanda analitik yanı ağır basan bir yorum ve inceleme. Yapısal göç koşullarının tahlilini yaparken göçmenin insan hikayesini öne çıkarma özelliği ağır basan bir çalışma bu.

 Geçtiğimiz günlerde proje ekibiyle birlikte, Batı Afrika ülkesi Senegal’e gittiniz. Afrika denilince ülkemizde “Batı tarafından ötekileştirilmiş, sömürülmüş, yoksullaştırılmış bir kıta” gibi çok sınırlı, bilgi ve merak emaresi vermeyen genel bir algı var. Senegal gezisinde ne öğrendiniz? Nereleri ziyaret ettiniz? Senegal’de nasıl bir hayat var? Toplumsal ve kültürel yapısına ilişkin neler söyleyebilirsiniz? Gündelik yaşam pratiklerine dair neler gözlemlediniz?

 Koordinatörümüz Mahir Şaul hocanın proje üyeleri olarak bizden beklentisi, proje sırasında sadece Türkiye’deki Afrikalılarla değil, Afrika’nın kendi tarihi ve kültürüyle de ilişkilenmemiz, buraya göçün Afrika’daki bağlantı noktalarını daha iyi keşfetmemizdi. Bu geziyi söz konusu hedefin bir parçası gibi düşünebiliriz. Ne kadar becerebildiğimizi bilemem, çünkü turist gibi ziyaret etmekle orayı gerçekten yaşamak arasında fark var. Sadece başkent Dakar’da bulunabildik. Ancak orada bulunduğumuz 10 gün boyunca mümkün olduğu kadar Senegal’in gündelik yaşamına dahil olmaya çalıştık. Tabi İstanbul’dan tanıdığımız bazı Senegalli dostların arkadaşlarını ve ailelerini ziyaret etmeyi, Dakar ve İstanbul arasındaki göç bağlantılarını bir de buradan bakarak anlamaya çalışmayı ihmal etmedik.

 

     
  Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği    (Büyükelçi Ahmet Kavas ve ekibimiz.)

 

Dakar, Batı Afrika’nın büyük ve hareketli şehirlerinden biri. 1,5 milyonluk nüfusu var. Yorucu, keşmekeş bir şehir değil, okyanusun kıyısında, ufku açık bir manzaraya sahip. Eski model araçlar yoğunlukta, bu da şehrin havasını yoğun trafik saatlerinde kirletiyor. Havası değilse de yerleri, sokakları temiz bir şehir gördük. Sigara içmeyen insanların ülkesinde, yerlerde izmarit görmüyorsunuz, Türkiye ile kıyaslayınca bu bana o kadar ilginç geldi ki. Ayrıca şehrin her noktasında sürekli çok sayıda insanın spor yaptığını görebiliyorsunuz. Spor burada hayatın çok içinde.

 

  Senegal’in ünlü bir Rap grubu.

 

Dakar’da ilgilisi için aktif bir kültür sanat dünyası var. Orada iken yöresel “kora” müziği konserine gittik, ayrıca Afrika cazı akşamına katıldık, canlı müzik eğlencelerine şahit olduk, Afrika sanat ve etnoloji müzelerini gezdik. Dakar Şeyh Anta Diop Üniversitesi’ni, Afrika Araştırma Enstitüsü’nü (IFAN) ziyaret edip irtibatlar sağladık. Buralarda Afrika’nın kültürel, etnik, dinsel çeşitliliğini görmek, sanatsal inceliklerine şahit olmak son derece aydınlatıcıydı.

 

   
  Université Cheikh Anta Diop de Dakar Sosyoloji Depertmanı.

 

İstanbul’a dönünce daha iyi fark ettiğim bir nokta oldu: Senegal’de bir-iki Fransız markası haricinde, küresel zincir markası görmemiştik. Dakar elbette uluslararası bağlantıları kuvvetli olan bir şehir ancak gündelik yaşama tahakküm eden bir marka, tüketim, vitrin dünyası yok, sahte bir zenginlik ışıltısı, illüzyonu sunmuyor. Bazıları buna ‘yoksulluk’ veya ‘azgelişmişlik’ diyecektir, ama ben kişisel olarak, kamusal mekânın alabildiğine metalaşma eğiliminde olduğu İstanbul gibi mega kentlerle kıyaslayınca bu kentsel tevazuyu özlediğimi hissettim.

Sorunuza geri dönecek ve bağlayacak olursam, fark ettiyseniz, Afrika’dan bahsederken ilk cümleye sömürgecilikle başlamadım. Afrika’nın modern tarihi açısından sömürge dönemi önemli ise de, yegane şekillendirici şey değil. Köprünün altından çok su aktı, akmaya da devam ediyor. Afrika’dan bahsederken, onun gerçek ve çeşitliliklerle dolu bir tarihi olduğunu, bu tarihin sömürgecilikle başlamadığını, onunla da bitmediğini bilmek gerekiyor. Türkiye’deki Afrika algısı, insani yardım söyleminin sınırlarına hapsolmuş durumda. Afrikalıları yoksulluk ve acı nesnesi olarak görmekten bir an önce vazgeçmeliyiz. Bu ciddi bir haksızlık. Sömürgeci klişeleri yeniden üreten bir tavır aynı zamanda.

Tarlabaşı Dayanışma Platformu’nun bir üyesisiniz. Dolaysıyla araştırmacı ve üniversitede eğitimci kimliğinizin yanı sıra bir aktivist olarak da girişimleriniz var. Bu iki ayrı rolün ayrıştığı ve örtüştüğü noktalar nelerdir?

 Tarlabaşı’nda 10 yıldan fazladır ilmek ilmek örülen bir dayanışma ağımız var. Temel meselesi, göçmenlerle, sokaktaki evsiz ve sahipsizlerle, uyuşturucu mağdurlarıyla, kimsesiz kadınlarla, yardım ve hayırseverlik üzerinden değil, dertleşme ve dayanışma üzerinden ilişki kurmak. Formel bir kuruluş gibi bürokratik sabiteler, endişeler, alışkanlıklarla değil, dinamik, esnek, hiyerarşik olmayan, herkesin gönüllülük ölçüsünde dilediği kadar dahil olabileceği bir dayanışma ağı mantığıyla hareket etmek. Tek taraflı değil, karşılıklı, göçmenlerle sakinlerin birbirlerine iyi geldikleri, dostça alışverişte bulundukları bir zemin kurmak.

Araştırma hayatının insana sokaktaki sorumluluklarını hem unutturmak hem de hatırlatmak gibi ikircikli bir özelliği var. Nesnel olmaya ve araştırma konuna mesafe koymaya çalışırken göçmenleri bir çalışma nesnesine indirgeyebilirsin, onların yaşamlarına ve sorunlarına sahici bir ilgi duymadan sahadan akademik çalışmalar devşirebilirsin. Böyle olursa, onlara, akademik sermaye birikimi uğruna üzerinde pervasızca kazı yaptığın bir maden muamelesi yapmış olursun. Bunu yapanlar var ve maalesef adil bir alışverişin sorumluluklarını unutuyorlar. Ayrıca, akademik camianın geçim, statü, birikim yapma gibi orta sınıf kaygıları çok yoğundur ve bu tür bir hayat gailesi, birebir göç veya dezavantajlı gruplar alanında çalışıyor olsun veya olmasın, akademisyeni başka hayatlara temas etme noktasında çok hevessiz kılıyor. Bu unutturduğu kısım. Öte yandan dünyayı daha iyi anlamaya, açıklama amacıyla yaptığımız bütün okumalarımız, çalışmalarımız, akademik araştırmalarımız, bize adaletsiz göç rejimleri hakkında, ırkçılık hakkında, dayanışma hakkında büyük farkındalıklar sunuyor, bizi güçlendiriyor, aynı zamanda aksiyon almamıza ilham oluyor. Saha araştırmalarımız ve sahadaki gönüllü çalışmalarımız arasında bir mesafe, bir çelişki kalmıyor. Akademinin ve aktivizmin aynı şey olduğunu söylemiyorum, ancak muhakkak dertlerinin örtüşmesi ve ortaklıklara dayanmaları gerektiği aşikâr.