Araştırmacı Yasir Bodur ile Söyleşi
Nevra Zehra Babürşah
Göç ve göçmenler, ülkemizde bugün en çok üzerinde durulması ve anlaşılması gereken konulardan biri. Hem göç alan hem de göç veren bir ülke konumunda olan Türkiye’de yerli halk ile göçmenlerin uyumu, üzerimize düşen kaçınılmaz ve acil bir konu. Bir sosyolog olarak, bireyin toplumla kurduğu ilişkiyi belirleyen aidiyet duygusunun, yaşadığı toplumun kendisine olan tutumuna bağlı olarak geliştiğini özellikle hatırlatmak isterim.
Toplum bir insanı küçümser, ona yabancı olarak davranırsa, dışlayan ile dışlanan arasında karşılıklı bir ötekileşme döngüsü başlar. Bu gelişme sırasında milliyetçilik temeli üzerinde gelişen kutuplaşma, ayrışmayı derinleştirir ve yerli halk ile göçmenlerin kültürel çatışmalarına ve birbirlerini kabul etmemelerine zemin hazırlar. Yabancı düşmanlığı ve ücret-çalışma ilişkilerinde ayrımcılık günümüzde artıyor. Bu konuyu etraflı tartışmak için doktora öğrencisi Yasir Bodur ile bir konuşma yaptım. Bodur, “İstanbul’daki Sahra Altı Afrikalı Göçmenlerin Sosyal ve Ekonomik Katılımları Üzerine Nitel Bir Çalışma” başlıklı bir yüksek lisan tezinin yazarı. Çalışma alanları kent ve göç etnografisi; Profesör Mahir Şaul’un yürüttüğü bir TÜBİTAK projesi olan “Türkiye’de yaşayan Sahra Altı Göçmenler” projesinin araştırma ekibinde doktora öğrencisi araştırmacı olarak görev alıyor. Yasir Bodur, daha önce yerel ve uluslararası birçok projede de araştırmacı olarak görev aldı. Tarlabaşı Dayanışma Platformu başta olmak üzere pek çok sivil toplum kuruluşunda sosyal yardım gönüllüsü ve insan hakları aktivisti olarak faaliyet yürütüyor.
Sizi tanıyabilir miyiz, Yasir Bodur kimdir?
İstanbul Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden 2018 yılında mezun oldum. Yine aynı üniversitenin Şehir Çalışmaları bölümünde yüksek lisansımı tamamladım. Şu anda Medeniyet Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümde doktora yapıyorum. Bunların dışında çeşitli insan hakları örgütleri ve sosyal yardımlaşma kurumlarında aktif olarak görev yapıyorum. Daha çok göç ve yoksulluk alanlarına odaklanıyorum. Aktif olduğum kurumların başında da Tarlabaşı Dayanışma Platformu geliyor.
Kadir Has Üniversitesinin ev sahipliğini yaptığı bir TÜBİTAK projesi olan “Türkiye’de yaşayan Sahra Altı Göçmenler” üzerine çalışan bir ekiptesiniz ve bir yüksek lisans teziniz var. Siz, Yasir Bodur olarak bu projenin neresindesiniz? Ve tezinizin içeriğinden bahsedebilir misiniz?
Projeye Mahir Şaul’un davetiyle 2020 yılında dahil oldum. Şu anda Sahra Altı Afrikalı göçmenlerin şehrin hangi bölgelerinde ikamet ettiğini ve hangi bölgelerinde iş alanlarına katıldığını haritalandırmaya çalışan nicel araştırmamız devam ediyor. Tarlabaşı, Dolapdere, Kurtuluş, Feriköy, Sultangazi, Aksaray, Kumkapı, Samatya, Esenyurt gibi bölgelerde yaşayan Afrikalı göçmenlerin hem demografik bilgilerini hem de içeren hem de mekânsal hareketliliğini anlamaya çalışan bir anket çalışması yürütüyoruz. Şimdilik projede benim ağırlık verdiğim kısım burası.
Yüksek lisans tezimde ise Sahra Altı Afrikalı göçmenlerin sosyal ve ekonomik katılımları üzerine nitel bir araştırma yaptım. Göçmenlerin sosyal ve ekonomik katılımlarında şehir mekânın ve etnik ilişki ağlarının rolünü incelemeye çalıştım. Araştırma sahası olarak Tarlabaşı, Kurtuluş, Feriköy ve Aksaray bölgelerini seçtim. Bu bölgeler, Sahra Altı Afrikalıların yoğun olarak yaşadıkları bölgeler çünkü hem formel hem de enformel iş ve konut piyasalarına erişim açısından uygun toplanma alanları. Toplamda 69 göçmen ile yapılan yarı yapılandırılmış mülakatlar, grup mülakatları, yapılandırılmamış açık uçlu görüşmeler ve enformel görüşmeler yaptım. Bulgularım, göçmenlerin sosyal ve ekonomik katılımlarının etnik ilişki ağlarına ve kentsel sistem içindeki konumlarına bağlı olarak çeşitlendiği yönündeydi. Aynı zamanda Sahra Altı Afrikalı göçmenler yasal, toplumsal ve ekonomik konumları itibariyle homojen bir grup olmadığı sonucuna vardım. Örneğin, başlangıçta kalıcı yahut geçici sürelerle İstanbul’a gelen göçmenlerin motivasyonları ve beklentileri şehir hayatındaki deneyimlerine bağlı olarak değişebilmekteydi. Diğer yandan farklı statülere sahip göçmenlerin sermaye alanları içindeki konumları ve fırsat kanallarını kullanım biçimleri de çeşitlilik gösteriyor.
Özetle, İstanbul’da bu bölgelerde oturan Sahra Altı Afrikalı göçmenlerin kafe, restoran, kilise, kargo ofisi gibi göçmenlere özgü toplanma mekanlarını ne ölçüde kullandıkları, nasıl kullandıkları, sosyal ağlarını nasıl geliştirdikleri, fırsat kanallarını nasıl genişlettikleri, hayatta kalma stratejilerini üretmede nasıl bir etkisi olduğu gibi soruların cevabını araştıran bir çalışmaydı. Aynı zamanda buna paralel olarak bu sosyal ağlara dahil olarak ekonomik sermayelerini nasıl geliştirdikleri üzerineydi. Mesela Tarlabaşı’nda yaşayan bir göçmenin burayı tercih etme sebebine baktığımızda buralar şehrin merkezi olmasına rağmen bekar erkek göçü olan yerler olarak öne çıkıyor. Çünkü burası hem ucuz kira olanaklarının olduğu bir yer hem şehrin diğer yerlerine ulaşma imkanlarının olduğu bir yer hem de izole olması sebebiyle mekânı olarak da öne çıkıyor. Öte yandan burada aile yerleşiminin büyük ölçüde çözülmüş olması da bekar erkek kolektif yaşamını mümkün kılıyor. Aynı zamanda hanelerin odalara bölünmüş kısımlarını kiralayarak kontrat yapma zorunlulukları da olmuyor. Buna benzer manzarayı Kumkapı da görmek de mümkün. Kurtuluş ve Feriköy’de yaşayan Sahra Altı Afrikalı göçmenlere baktığımızda ise hem maddi olanaklarının daha fazla olduğunu hem de aile yerleşiminin diğer bölgelere kıyasla daha yoğun olduğunu görüyoruz.
Göçmenlerin yoğun olarak kullandıkları kafeler, restoranlar, ibadethaneler gibi yerler iş fırsatlarına ulaşım için bir kanal olabiliyor. Bir Nijerya restoranına aktif olarak giden bir göçmen, çevredeki işlerden haberdar oluyor. Bunun dışında buraya bir hüneriyle gelen bir kişi, burada bir sermaye sahibiyle başka bir işletme açabiliyor. Yani kabaca benim tezim şehirdeki yerleşmenin sosyal katılıma ve bununla birlikte ekonomik katılıma etkisi üzerineydi. Temel olarak çıkan sonuç; göçmen grupların sosyal ve ekonomik sermayeleri aktarma ve kullanım kapasiteleri bazen dikey toplumsal hareketliliği mümkün kılabiliyorken bazen de yoksulluğu kronikleştirip derinleştirebiliyordu. Örneğin; göçmenin Türkiye’ye geliş sebebi Avrupa’ya gitmek olsa bile o karmaşanın içinde yoksulluğun kronikleştiği bir manzara çıkıyor. Dolayısıyla başlangıçta onun için Türkiye transit bir ülkeyken artık çeşitli sebeplerden ötürü burada yaşamanın yollarını aradığı bir düzleme geçiyor.
Buradaki göçmenlerin yalnızca transit kategoride ele alınması göçmenlerin dönüşen beklentileri itibariyle tezin bir kısmını eleştiriliyor. Genel olarak literatürün çok büyük bir kısmı, buradaki Sahra Altı göçmenleri “Transit Göçmen” olarak tanımlama hevesinde. Ancak birkaç sebepten ötürü transit göç tanımı güçleşiyor. Göçmenlerin yolculuğuna devam edebilmesi için önemli bir birikim yapması gerekiyor. Bu da yaklaşık 1000 euro’yu bulabilen bir meblağ anlamına geliyor. Göçmenin buradaki gelir ve giderine baktığımızda işin içinden durum çıkılmaz bir hale geliyor. Çünkü gelirini üçe bölmek zorunda. Kira ve faturalarını ödemeli, ailesine para göndermeli ve geçiş için birikim yapmalı. Dolayısıyla bu üç kalem, döviz kurunu da hesaba kattığımızda süreci zor bir duruma sokuyor. Göçmen, bu kazancı elde edemediği için burada kalıcı olmaya başlıyor. Türkiye’de kalmanın başka yollarını aramaya çalışıyor. Çünkü Avrupa’ya gidemezse ülkesine dönmek de istemiyor. Geri dönse bile ne kendisi aynı kişi olarak dönmüş olacak ne de bıraktığı yeri aynı yer olarak bulabilecek. Böyle bir örneğim de vardı tezde. Burada birkaç yıl çalıştıktan sonra artık Avrupa’ya gidemeyeceğini anlayarak ülkesine dönüyor. Fakat ülkesinde gördüğü başarısızlık yaftası çevresi tarafından çok fazla yüzüne vuruluyor. Dolayısıyla orada rahat edemeyince Türkiye’ye tekrar geliyor. Burada yine daha öncekine benzer yoksul bir hayat yaşıyor. Fakat kendi ifadesine göre psikolojik olarak daha iyi. Bunun dışında göçmenin dönüşen beklentilerine örnek olarak evlilik yapanları da örnek olarak verebiliriz. Başlangıçta Avrupa’ya gitme niyetinde olan ancak buraya geldikten sonra Türkiyeli bir kadın veya erkekle evlenerek vatandaşlık hakkını almaya kadar uzanan örnekler de oldukça fazla. Son olarak çeşitli ortaklıklar kurarak ekonomik sermaye edinen ve önemli bir tüccar olan bu sebeple de Avrupa’da aradığı imkanı burada bularak kalmayı tercih eden göçmenler de bu kapsama dahil edilebilir.
Akademisyen kimliğinizin yanısıra bir aktivist olarak ta önemli girişimleriniz ve projeleriniz var. Tarlabaşı Dayanışma Platformunun bir üyesi olarak çalışmalarınızı okuyucularımızla paylaşabilir misiniz?
Benim Tarlabaşı Dayanışma Platformuyla tanışmam 6-7 yıl önceye dayanıyor. Platformun kurucusu olan arkadaşlarla tanıştığımda lisans öğrencisiydim. Burada nasıl işe yarayabilirim diye bir beyin fırtınası yaptık ve Türkçe dersi yapma fikri çıktı. Bu etkinlik, Afrikalı göçmenler için işlevsel bir katkı olacaktı. Çünkü Türkçe öğrenirse karşılaştığı sorunlara daha kolay çözüm bulabilecek ve belki bazı fırsat kanallarına daha kolay erişebilecekti. Bu derslere önce Tarlabaşı’nda başladık, daha sonra Afrikalıların yoğun olduğu bir pentakost kilisesinde devam ettik. Son olarak da Sierra Leonelilerin yoğun olduğu bir restoranda devam ettik. Pandemiye kadar da bu mekanlarda düzenli aralıklarla devam ettik.
Tarlabaşı, göçmenliğin ve yoksulluğun kesiştiği bir bölge. Her ne kadar adı Tarlabaşı Platformu olsa da sadece Tarlabaşı ile sınırlı değil, göçmenliğin ve yoksulluğun olduğu her yerde aktif bir grup. Benim platform dolayısıyla Afrikalı göçmenlerle ilişkim önce Türkçe dersiyle başladı, daha sonra hastanede refakatçiliğe kadar devam etti. Bazen adliyede, emniyette, göç idaresinde vs. tercüman olarak eşlik ettim. 2020 Mart ayında Türkiye’nin sınırları açtığını söylediği dönemde yoğun bir hareketlilik olmuştu Yunanistan tarafında. Orada bir facia yaşanmıştı. Yine orada da Tarlabaşı Dayanışma ile birlikte üç haftaya yakın süre geçirmiştim. Pandemide de hijyen malzemesi, gıda yardımı ulaştırmaya çalışmıştık. Özetle hem bir hak savunuculuğu yapan hem de sosyal yardım yapan sağlayan bir platformuyuz.
Bu platformun finansmanı nasıl kim sağlıyor peki?
Burası bir dernek ya da bir kurum değil. Resmi bir kuruluş değil. Bir platform olarak tasarlandığı için büyük sayıda gönüllüsü var. Avukatlar, doktorlar, mühendisler, öğrenciler, işçiler herkes buranın bir parçası. Kimin ne meziyeti varsa ya da bölüşebileceği nesi varsa onu bölüşüyor. Mesela bir doktor bir Afrikalının tedavisini üstlenebiliyor. Ya da bir avukat bir Suriyelinin hukuki bir sorunuyla ilgilenebiliyor. Burada bir Afrikalı, bir Türk’e de yardımcı olabiliyor; bir Kürt, bir Afgan’a da yardımcı olabiliyor. Bizim yapmaya çalıştığımız şey, bu etnik kimliklerin ötesinde kişilerin sofrasını ya da kendi evini paylaşması. Bir yardım kolisi verip gitmenin ya da internet üzerinden bağış yapmanın dışında birlikte yaşayan ya da aynı sokağı paylaşan insanların birbirini görüp geçmesinin ötesinde aynı sofraya oturmasını amaçlayan ve böyle bir etkileşimi önemseyen bir platform.
Kayıt dışı, dolayısıyla yasa dışı göçmen statüsünde olan bireyler, iş yerlerinde daha fazla sömürüye maruz kaldıklarını belirtiyorlar. Kayıt dışılık durumunun bazı kişiler tarafından sömürüye dayanak haline getirilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz? Yabancı olmak veya bir insanın vize durumunda düzensizliğe düşmüş olması sizce emek istismarını haklı çıkarır mı?
Hiçbir şey emek istismarını haklı çıkartmaz elbette. Bir göçmenin kimliksiz olması demek yasal statüsünden yoksun olması demek. Yasal bir kimliği olmadığı durumda da yerli işçiden daha az ücret karşılığında çalıştırılmasının önü açılmış oluyor. Çünkü yasal bir işçinin sigortası, vergisi vesaire maaşa dahil edilince patronun cebinden daha fazla para çıkıyor. Bu durumda da aynı işi daha az ücret karşılığında yapmaya mecbur bırakılmış bir göçmen varken patronlar bu durumdan faydalanıyor. Aynı zamanda, geçerli vizesi ve yasal belgeleri olan bir göçmen için de durum çok farklı olmuyor ne yazık ki. Yasal bariyerlerin dışında çeşitli toplumsal bariyerlere de maruz kalıyor göçmenler. İş bulmak tüm göçmenler için bir önemli problem olduğundan teklif edilen düşük ücreti kabul ediyor.
Diğer açıdan bakınca “göçmenler geldiler ve işimizi elimizden aldılar” görüşü bu döngü içinde tekrar tekrar öfkeyi körüklüyor. En kırılgan ve en savunmasız olan grup, ekonomik krizin sorumlusu ilan ediliyor. Ancak ucuz ve güvencesiz iş gücü, ekonominin hâlâ daha ayakta durmasının asıl sebebi. Bunu da göçmenler ayakta tutuyor. Haliyle buradaki öfkenin yöneldiği yer yanlış. Göçmen ucuza çalışan değil, bilakis ucuza çalıştırılan kişi. Yani bu kendi iradesiyle tercih ettiği değil mecbur bırakıldığı bir durum. Dolayısıyla aslında yerli emekçi eşit şartları talep edeceği mercii patronun kendisi. Bu da göçmen ile yerlinin ortak iradesiyle mümkün sanırım.
Bu güvencesizlik hali, göçmenlerin yaşadıkları iş kazalarına ya da meslek hastalıklarına yol açtığı için ayrıca çok büyük bir sorun. Mesela benim tezimde anlattığım bir örnek vardı. Bir göçmen, düğme pres makinasında çalışıyor. Pazar günleri hariç haftanın altı günü 14 saat sürekli ayağını kullanarak çalışıyor ve aldığı maaş da 2.500 TL kadar bir şey. Bu aralıksız ve yoğun tempoda çalışması bacağının ödem toplamasına sebep oluyor ve artık yürüyemez hale geliyor. İşe de gidemiyor, kamu hastanesinde tedavi edilmiyor, parasızlıktan özel hastaneye de gidemiyor.
Sağlık güvencesi de yok.
Sağlık güvencesi de yok, hastaneye gittiğinde deport edilme (ülke dışına atılma) korkusu var. Dolayısıyla hakkını arayamıyor. Başka bir örnek, bir göçmen öğle arasında birkaç dakika geç geldi diye patronu sinirleniyor ve yumruk atıp dişini kırıyor. İşe alındığının üçüncü haftasında ve parasını vermeden gönderiyor.
Bu davranışla karşılaşınca hakkını aramak güçleşiyor, belki deport edilme tehdidiyle karşılaşmaktan korkuyor?
Evet. Bu arkadaş polise gidiyor, şikayetçi olacak. Diyorlar ki “Kimliğin var mı”? “Yok.” “Pasaportun var mı?” “Yok.” “O zaman deport ederiz, git buradan.” O da diyor ki “Beni deport etmen önemli değil, bir işlem yap.” Polis uğraşmak istemediği ve kimliği de olmadığı için geri gönderiyor. Hakkını da arayamıyor. Daha sonra hastaneye gidiyor, orada da kimliği olmadığı için tedavi edilmiyor ve gönderiliyor.
Konu tamamen işverenin vicdanına bırakılmış gibi…
Evet, bir göçmen parasını alamadığında itiraz edemiyor, bir meslek hastalığı ya da iş kazası yaşadığı zaman ona sahip çıkan, bir güvence veren bir kurum yok; hastane de onu kimliksiz olduğu için kabul etmeyebiliyor. Öte yandan çalışma izni meselesi işverenlerin kendi e-Devlet üzerinden yaptığı sisteme dönüştürüldü. Bu, ilk bakışta bürokratik olarak daha hızlı çözüm getirecek bir gelişme gibi gözükebilir. Fakat çalışma izni işverenin inisiyatifine bırakıldığı zaman işveren bu izni hiçbir zaman çıkarmıyor. Çünkü bu durumda cebinden daha fazla ödeme çıkacak. Bir de meselenin başka bir boyutu var: Kadın göçmenler. Hem bir kadın hem de bir göçmen olunca maalesef taciz meselesi sürekli maruz kalınan bir şey oluyor. Tüm bu savunmasızlığın içinde göçmen olmak, siyah olmak, kadın olmak birleşince işin bir de böyle bir yüzü meydana geliyor. Burada da tabi bütün bunların kesişiminden çok daha zor bir durum ortaya çıkıyor.