afradmin Yorum yapılmamış

Dr. Güler Canbulat ile Söyleşi

Nevra Zehra Babürşah

 

“İnsanlar karşısındakinin kim olduğunu merak etsinler, ön yargılarını bırakıp konuşsunlar ama en önemlisi dinlesinler. O zaman, hiç tanımadıkları bir Afrika’nın kapıları açılacak!”

Son yıllarda Türkiye’nin yaşadığı en önemli sosyal değişimlerden biri, yoğun olarak göçmen alan bir ülke konumuna gelmesidir. Sosyal kimliğimizi; yaşadığımız coğrafya, dil, din ve etnik köken gibi değişkenler biçimlendiriyor ve bunlar bazı sosyolojik yaklaşımların da temelini oluşturuyor. Göç ve buna bağlı sosyal dışlanma konusu ele alındığında, göçmenler arasında belli etnik grupların, diğerlerine göre daha fazla dışlanmaya mâruz kaldıkları gözlemleniyor.

Göçmen karşıtı söylem ve pratiklerden beslenen; nefret, ayrımcılık ve düşmanlık şeklinde ifade bulan ve “hoşgörüsüzlük” ile açıklanabilecek bu durumun, aslında yabancıları içine almakla ilgili toplumun yaşadığı güvensizlikten kaynaklandığı söylenebilir. Türkiye’deki göçmen nüfusunun hızla artmasının, toplum tarafından giderek daha çok sorgulandığı bu dönemde, konuyu Türkiye’deki Afrikalı göçmenler üzerinden, Kadir Has Üniversitesi’nin ev sahipliğini yaptığı bir TÜBİTAK projesinde araştırmacı olarak görev yapan Dr. Güler Canbulat ile konuştuk. Dr. Canbulat, Profesör Mahir Şaul’un yürütücülüğünü yaptığı “Türkiye’de Yaşayan Sahra altı Afrikalı Göçmenler” projesinin araştırma ekibinde doktora sonrası araştırmacı olarak görevini yürütüyor. 

 

Güler Canbulat kimdir, sizi tanıyabilir miyiz?

Güler Canbulat. 40 Yaşındayım. Kayseri’de doğdum, İzmir’de büyüdüm, Üniversite okumak için İstanbul’a geldim. 20 yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Şu an Kadir Has Üniversitesinde doktora sonrası araştırmacı olarak çalışıyorum. Üniversite hayatımda mimarlıktan, sanat yönetimine, iletişim ve sinemadan, göç çalışmalarına geçişler yaparak geniş bir perspektif kazanacak şekilde bir eğitim aldım. Kadir Has Üniversitesi İletişim Bilimleri bölümünde yüksek lisans yaptım. Doktorada ise Bahçeşehir Üniversitesi Sinema ve Medya Araştırmaları bölümünü başarıyla bitirdim. Genellikle disiplinler arası, farklı disiplinleri birleştiren araştırmalar yapıyorum.

Şu anda Kadir Has Üniversitesi’nde, Profesör Mahir Şaul’un yürüttüğü bir TÜBİTAK Projesi olan “Türkiye’de Yaşayan Sahra Altı Göçmenler” üzerine çalışan bir ekipte bulunuyorsunuz. Sizi, Afrikalı Göçmenler konusu üzerinde çalışmaya yönlendiren şey neydi?

2015 yılında Demokratik Kongo Cumhuriyeti uyruklu bir göçmenle evlendim. Beni biraz da bu, göç alanıyla tanıştırdı diyebilirim. O dönemde doktoraya başlamıştım ve yine iletişim alanında çalışıyordum ancak doktora tezi için hangi konuya yöneleceğim belli değildi. 2014 yılında bir yaz okulunda asistanlık yaptım. Bu yaz okulu, İstanbul’da yaşayan göçmenlerle ilgiliydi. Hollanda’dan Delft Üniversitesi ve buradan da Bilgi Üniversitesi iş birliğiyle yapılan bir çalışmaydı.  O sırada Delft’te doktora öğrencisi olan Merve Bedir düzenliyordu, ben de ona İstanbul’da yardımcı oluyordum. Biz, sokaklarda dolaşarak, göçmenlerle tanışıyor ve o atmosferi anlamaya çalışıyorduk.  O dönede Suriyeliler çok baskındı. Benim göç konusuna girişim böyle oldu. O projede, Fransızca bildiğim için ben daha çok Afrikalılarla ilgilendim.  O sırada eşimle tanıştım, aynı zamanda da komşu olduğumuz ortaya çıktı ve dolayısıyla o projedeki tanışıklık daha kolay devam etti ve 2015 yılında da evlenme kararı aldık. Türkiye’de yaşayan Afrikalılarla evlenen Türk kadınlar arasında bir “Afrika Gelini” söylemi var. Bu söylem, benim çok hoşuma gitmese de gerçekten bir Afrikalı ile evlenince o toplumun içine girmiş gibi oluyorsun. Onlara gelin olmuş oluyorsun, bu onların çok saygı gösterdikleri bir şey. Eşim Kongolu mesela, ancak tanıştığım tüm Afrikalılar çok saygı gösteriyorlar, yengeleri gibi görüyorlar. Göçmenlerle kolay iletişim kurabilen birisiydim zaten ama aynı zamanda bu “yenge” olma durumu Afrikalılar arasındaki araştırmalarımda bana çok büyük bir avantaj sağladı.

Daha sonra onların sosyal ortamlarında, kişisel gözlemlerim sonucunda bazı şeyler ilgimi çekmeye başladı. Mesela telefon ve internet ile çok fazla haşır neşir olmaları, ticaretle içli dışlı olmaları, giyim-kuşam konularına düşkün olmaları… Bunların içine girdikçe, benim kafamdaki sorular, akademik sorulara dönüşmeye başladı. İçlerine girmeden önce ben de onları Türkiye’de genel kabul edildiği gibi savaştan veya açlıktan kaçan Suriyeli mülteciler gibi sanıyordum açıkçası. Ya da Türkiye’den transit geçmek isteyen göçmenler olarak düşünüyordum ama içlerine girdikçe bambaşka durumlar fark ettim: Yurtdışına çıkmak hayallerine ulaşmak adına atılmış bir adım, birçok zaman bir yatırım… Bu hayaller, iyi bir hayata ulaşmak veya iş adamı, iş kadını olmak olabiliyor. Araştırmalarım sırasında, hayallerin ve arzuların Afrikalı göçmenler için ne kadar mühim bir itici güç olduğunu fark ettim. Kongo’dan buraya gelen kişinin çoğu zaman ilk işinin yeni kıyafetler almak olduğu gibi bana o sırada çok ilginç gelen şeyler fark ettim.

Yani Türkiye’ye geldiklerinde yaptıkları ilk işin imaj değişikliği olduğunu söylüyorsunuz. Bunu, Türkiye’ye uyum sağlamak amacıyla yaptıklarını düşünebilir miyiz?

Hayır, tamamen kendi kültürleri içinde bir değişim aslında. Avrupa’ya giden Kongoluların bir imajı var, Türklere değil, onlara benzemeye çalışıyorlar. Hatta Avrupa’ya giden Kongoluların özel bir adı var, onlara “mikiliste” deniyor. Kelime anlamı dünyalara erişen kişi gibi bir şey. Bu, havalı bir şey. Geçmişte, Avrupa’da büründükleri bu yeni imajın fotoğraflarını memleketlerine gönderirlermiş. Hani bizde de Almanya’ya gidenler, buraya fotoğraf gönderirlerdi, aynı şeyin bir benzerini onlar da 80’lerde, 90’larda yapıyorlarmış. Fransa’ya ve Belçika’ya göç etmiş Kongolular, oralardan kendi fotoğraflarını gönderirlermiş ve tatillerde imkanları varsa memleketlerine hediyelerle dönerlermiş. Ben bu kültürün, dijitalleştiğini fark ettim. Artık bu yeni imaj fotoğraflarının Facebook’ta yayınlandığını “Hey gidi mikiliste, çok şıksın!” veya “Tam bir Avrupalı oldun!” gibi yorumlarla da kültürel olarak desteklendiğini gördüm. Ve Avrupa’ya ulaşmaya çalışan bu insanların zannettiğim gibi savaştan ya da açlıktan kaçmadığını, çoğunun hayallerinin peşinden gittiğini gördüm ve doktora tezimde yazdım.

“Göç kültürünün, bilgi ve iletişim teknolojileri yoluyla medyatikleşmesi!” konulu bir doktora teziniz var. Tezinizin içeriğinden biraz bahseder misiniz?

Biraz önce size bahsettiğim gibi bu konuyla ilgilenmeye başladığımda Afrikalı göçmenlerle ilgili çok fazla şey bilmiyordum. Afrika dışına çıkabilme ve mobil olma hayalini, iyi bir hayata ulaşma arzusunu veya iş adamı, iş kadını olma hedefini ve tüm bunların getirdiği prestiji insanlarla konuştukça fark ettim.  İlgili başlıkları belirleyebilmek için yaptığım bir kısım görüşmeden sonra sıkı bir okuma dönemine girdim.  Modern Kongo tarihi başta olmak üzere, Kongoluların göçü, Afrika içi göç, büyük iki savaş ve bunların getirdiği göç dalgalarını araştırdım. Bunlarla, biraz önce bahsettiğim hayallerinin peşinden gidilen göçü ayırt etmeye çalıştım ve Avrupa’ya gitme yani Afrika dışındaki dünyalara erişme fikri üzerinde yoğunlaştım. Bu fikir özellikle 70’ler ve 80’lerde başlamak üzere Kongo’nun başkenti Kinşasa’daki popüler kültürde kendisine yer buluyor. Diasporadaki Kongolular tarafından da yeniden üretilip ülkeye tekrar servis ediliyor. Mesela Kongoluların çok popüler şarkıcılarından bir tanesi Papa Wemba, hayatının bir döneminden sonra Avrupa’da yaşamaya başlıyor ve şarkılarının çoğunda Avrupa’ya giden Kongolu göçmenlerin yani Mikilistlerin hayatlarından bahsediyor. Modaya uygun ve abartılı bir giyim tarzı benimseyen Kongolulara da Sapör deniliyor. O dönem çok popüler olmuş bu şarkılar, Avrupa hayalinin peşinden koşmaktan, Avrupa’daki hayatın eğlenceli yanlarından, ama aynı zamanda zorluklarından bahsediyor. Günümüzde de bu Afrika dışına göç konusu popüler Kongo kültürünün önemli bir parçası ama şimdi bu konu dijital ortama taşınmış durumda. Şarkıların yerini Facebook paylaşımları, Youtube videoları almış durumda. Avrupa’daki daha doğrusu Afrika dışındaki dünyadaki hayatın reklamı artık dijital ortamda yapılıyor.

Aslında dijital kültürün ve sosyal medya ağlarının yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte dönüşüme uğrayan bir göçmen hayatından bahsediyorsunuz.

Evet, mecralar değişmiş diyebiliriz, Tabi bir de teknolojinin gelişmesiyle göçmenler birbirlerine daha bağlı hale geldiler. Yani mesela bana şöyle anlatıyorlar. “Mahalleden bir arkadaş, bir gün bir baktım Eiffel Kulesi’nde bir fotoğraf çektirmiş, Facebook’a koymuş. O yaptıysa ben de yaparım diye düşündüm ve yola çıktım.” Bu, bağlı olma hali göçmenler yollarını çizerken de çok büyük önem arz ediyor. Mesela şu an Türkiye’de olan ama Avrupa’ya geçmeyi planlayan bir Kongolu, hem buraya gelmek isteyen ama şu an Kongo’da olanlarla bağlantı halinde, hem Türkiye’de uzun yıllardır bulunan hemşerileriyle, hem de buradan Avrupa’ya geçmiş Kongolularla bilgi iletişim kaynakları vasıtasıyla bağlantı halinde. Dolayısıyla bu bağlantılık içinde imkanları ve seçenekleri değerlendiriyorlar ve ne yapacaklarına karar veriyorlar. Araştırmalarımda teknolojinin göç olayına çok önemli açılardan yardımcı olduğunu gördüm. Sosyal ağlar teorisi uzun zamandır bu konu üzerinde duruyordu, ancak bilgi ve iletişim teknolojileri sayesinde artık göçmenlerin sosyal ağlarının çok daha hızlı ve efektif bir şekilde kurulduğunu söyleyebiliriz.

Aslında bizde de durum böyle değil mi? Bunu özellikle geçmişteki Türkiye- Almanya göçü özelinden konuşursak; birbirlerini özendiren akrabalar, arkadaşlar vardı. Ki günümüzde hâlâ yaşanıyor bunlar…

Aynen öyle, bu zaten vardı dediğiniz gibi. Daha önce de teorize edilmiş zaten.  Şu anda değişen ne oldu? Bunun dijitalleşmesi ve daha hızlanması oldu. Yani mesela geçmişte giden bir kişinin iletişimini kaybedebiliyordun. Ama şimdi Facebook’tan bulabiliyorsun. Yani özellikle burada Facebook’un altını çizmek istiyorum, çünkü mesela ülke değiştirebilirsin, numaranı değiştirebilirsin ama Facebook’ta hep aynı yerdesin. Ben eşimden de biliyorum, birçok zaman onu arayıp “Nasıl gelebilirim? Nasıl oradan Avrupa’ya geçebiliriz?” gibi hep bu konularda karşılıklı bir fikir alışverişi var. Dijital ortam bunu kolaylaştırıyor ve hızlandırıyor diyebiliriz. Evet, aynı mantık hep vardı ama bugün iletişim çok daha kolaylaştı. Bir de mesela ben Kongolular özelinde yaptıkları ticareti anlamaya çalıştığımda daha önce bu konuda yapılan çalışmalar vardı, başta Prof. Şaul’un çalışmaları vardı, onlardan da faydalandım. Afrikalılar için normalde bir sermayen olur, onunla iş yaparsın ya da bir müşteriye rehberlik yaparsın oradan para kazanabilirsin. Ya da memlekete bir mal gönderirsin, o satılır oradan para kazanırsın. Ancak şimdi teknoloji sayesinde bunun gibi yoların dışında da hiç parası yokken para kazanmak mümkün oldu. Mesela hiç sermayesi yokken Kapalıçarşı’ya veya Laleli’ye giderek oradaki ürünlerin fotoğraflarını çekiyorlar. Daha sonra o fotoğrafları WhatsApp veya Facebook gibi uygulamalar aracılığıyla çevreleriyle paylaşarak yurtdışından sipariş alıyorlar. Bakın, hiç parası yokken sadece bir telefon ve internetle sipariş alıyor, o siparişe göre ona para geliyor ama tabii bu paranın içinde onun komisyonu da oluyor. Yani bu şekilde dijital ortamı kullanarak hiç sermayesiz bile ticaretin mümkün olduğunu tezimde örneklerle gösterdim. Yani özet olarak, bu dijital dönüşümün göçmenlerin hayatını hangi noktalarda etkilediğini anlamaya çalıştım.

Prof. Şaul’un “Türkiye’de Yaşayan Sahra altı Afrikalı Göçmenler” proje çalışmasını nasıl görüyorsunuz, siz Güler Canbulat olarak bu projenin neresindesiniz?

Mahir Hoca’nın “Türkiye’deki Afrikalı Göçmenler!” konusunda zaten 20 yıla dayanan çalışmaları vardı. Bu konuda, yurtdışından gelen proje desteğiyle gerçekleştirdiği birer yıl süren iki proje yapmıştı. Dolayısıyla alana çok hakimdi. Ben, bu konunun önemini anlayarak bu projeye destek vermesini çok önemli buluyorum. TÜBİTAK’ın Mahir Hoca’ya verdiği proje desteği yurtdışındaki önemli Türk akademisyenleri, ülkemize kazandırmayı hedefliyor. Bu kararı çok doğru buluyorum.  Afrika’nın, son 20 yıldır Türkiye’nin dış politikasında da önemli bir yeri var. Türkler, Afrika’da kuvvetli bağlar kurmak istiyor, iş adamlarımız ve politikacılarımız, iş birlikleri kurmak istiyorlar ama sorun şu ki, Afrika’yı iyi bilmiyoruz. Afrika’ya olan ilginin akademik arka planı çok zayıf.  Çünkü bizde Batı’daki gibi çok uzun yıllara dayalı Afrika çalışmaları geleneği yok. Varsa da çok kısıtlı kalmış. Dolayısıyla bu çalışmayı çok önemli buluyorum. Ayrıca Mahir Hoca’nın bu konuyla ilgili kişileri etrafında toplayarak bir ekibe de destek sunması ve bu alanda istediğimizi yapmak konusunda motive etmesi çok önemli. Dolayısıyla Türkiye’de daha önce yapılmamış bir çalışma üzerinde çalışan bir ekibiz. Bu proje kapsamında hepimiz ayrı ayrı daha önce hiç bakılmamış konulara bakıyoruz. Türkiye’deki sosyal bilim çevrelerinde “Suriyeli Göçmenler” konusu çok fazla ele alınıyor. Ancak Afrikalı göçmenlerin toplumun gündemine girecek kadar görünürlükleri yok. Mesela insanların kafasındaki Afrikalılar başka ama biz onlarla konuştuğumuzda bambaşka şeyler görüyoruz.  İşte burada basit bir işte çalışıyor mesela, onu çalıştıran patron; onu yokluktan gelen, belki hiç okumamış birisi diye tahayyül ediyor. Ama biz gidip o kişiyle konuştuğumuzda ülkesinin en iyi üniversitesini bitirdiğini, yüksek lisans yaptığını, durumu iyi bir aileden geldiğini, 5-6 dil bildiğini öğreniveriyoruz. Gerçek Afrika’yı, Afrikalıları bilmek ve topluma anlatabilmek önemli.

Bu noktada şunu da sormak istiyorum aslında; 5-6 dil bilen, işte master yapmış bir Afrikalı, Türkiye’yi çalışmak ya da yaşamak için değil de, bir geçiş bölgesi olarak tercih ediyor, olabilir mi?

Aslında bilmeden geliyorlar Nevra. Kimisi pişman oluyor ve geri dönüyor zaten. Mesela matematik öğretmenliğinde okuyan Burkina Fasolu bir arkadaş vardı, çok para harcayarak büyük umutlarla buraya gelmişti. Geçiş amaçlı gelmemişti. Ama baktı ki, burada ayakkabı yapımından başka bir iş bulamıyor. Bizim kanun ve yönetmeliklerimizden kaynaklı kısıtlamalar da var. Geçmek için gelmemiş bile olsalar, burada hayal kırıklıklarına uğrayarak gitmeye karar verebiliyorlar. “Buradan bana ekmek çıkmayacak. Bana basit işler veriyorlar.” diyerek geri dönenler bile var. Daha büyük bir çoğunluğu da Avrupa’ya gitmeyi denemeye karar verebiliyor. Kaçak yolla da değil, bir şekilde vize alıp gitmek istiyorlar. Ya da daha kolay vize alabilecekleri ülkelere gidip adım adım Batı Avrupa’ya gitmek istiyorlar. Yani niyetler değişebiliyor; kimisi de buraya Avrupa’ya geçmek için geliyor ama sonra buradaki ticaret ortamı hoşuna gidiyor, iyi bir kazanç elde etmeye başlıyor ve diyor ki; “Neden geçeyim?” Hele ki bir süre kaldıktan sonra buranın eskilerinden oluyor, yeni gelen insanlara yardımcı oluyor ve bu da onun için bir kazanç kapısı oluşturuyor.

Göç ve göçmenler konusunda aslında ülkemizin gündemini daha çok Suriyeli göçmenler ve son dönemde artan şekilde Afgan göçmenler oluşturuyor. Öncesinde Türkiye’de yaşayan göçmenlerle ilgili yargılar yoktu ya da oluyorsa bile gündem olmuyordu. Yaşadığımız zaman diliminde ise “Göçmenler!” konusu çok farklı noktalara gitmiş durumda. Son yaşanılan durumlardan sonra Türkiye’de, Afrikalı göçmenlere bakış açısında da bir farklılaşma olduğunu düşünüyor musunuz?

Dediğiniz gibi bir “Suriyelilerden önce” bir de “Suriyelilerden sonra” diye iki dönemden bahsedebiliriz. Suriyelilerden önce 2000’lerden itibaren Afrikalıların gelmeye ve çoğalmaya başladığını düşünelim. Bu durum İstanbul’da Kurtuluş, Tarlabaşı, Kumkapı, Laleli gibi semtlerde görünürlük kazanmaya başlamıştı. Genellikle de “Bunlar zararsız.” gibi bir imaj oluştu. Ama bu da daha çok aslında Afrikalıları tanımamaktan yani mesela hepsini Müslüman saymaktan falan da kaynaklanıyordu. Mesela Senegalli saat satıcılarıyla ilgili böyle söylemler vardı. “Adam ekmeğinin peşinde, kimseye bir zararı yok.” vs. Ama bu demek değil ki ayrımcılık yok. Biz insanlarla konuştuğumuzda ayrımcılık hikayelerine rastlıyoruz. Örneğin; Nijeryalıların öncülüğünü yaptığı, dernekleşme üzerinden kendi kiliselerini kurma girişimleri var. İstanbul’da bu şekilde bağımsız girişimlerle kurulmuş veya Afrika’daki merkezi kiliselere bağlı pek çok dernek var. Apartman daireleri, atölyeler, otel toplantı salonları, oto tamir atölyeleri vb. toplanmaya uygun yerleri kiralayarak haftada birkaç gün kilise cemaati olarak bir araya geliyorlar. Bu cemaatlerden göçmenlerle veya bu kilise derneklerinin kurucularıyla görüştüğümüzde mahallelilerle sıklıkla sorun yaşadıklarını söylüyorlar. “Buradan gidin, çok fazla gürültü yapıyorsunuz, sizi istemiyoruz, mahallemizde kilise istemiyoruz.” gibi söylemlerle baskıya uğruyorlar ve polise şikâyet ediliyorlar. Bunları da görüyoruz. Ya da işte iş yerinde ayrımcılığa uğrayanları, çalışıp parasını alamayanları, haklarını aradıklarında da bir sonuç elde edemediğini söyleyenleri görüyoruz. Hatta sokakta, sözlü saldırıya ve tacize uğradıklarını duyuyoruz. Dolayısıyla ırkçılık yok, ayrımcılık yok diyemeyiz. Ama özellikle Suriyeliler geldikten sonra işte “Suriyeliler problem, Afrikalılar zararsız, onlar ekmeğinin peşinde.” gibi özellikle sosyal medyada karşımıza çıkan bir söylem var, bunu da inkar edemeyiz.

Göçmenler arasında bir kıyaslama söz konusu yani…

Evet, bilhassa Suriyelileri kötülemek için… Bizdeki tipik “Ekmeğinin peşinde, sorumluluk sahibi insan!” şeklinde Afrikalılar iyi örnek olarak gösteriliyor. Ama tabii durum sadece bunlardan ibaret değil. Benim mahallemde Kongolular var, Komşular sürekli Kongo yemeklerinin kokusundan şikayet ediyor. Ve bunu hakaret derecesine varacak şekilde ifade edenlere “Siz ne yiyorsunuz, nasıl bu kadar kötü kokabilir, insan eti mi yiyorsunuz?” gibi kendince aşağılamaya çalışanlara da rastladım. Kötü kokuyor dedikleri şey; tuzlanarak kurutulmuş balık yani gayet kıymetli bir şey. Zaten Kongolular etsiz yemek yemezler. Demek istediğim şey tek bir Afrikalı göçmen hayat biçimi yok. Sadece o sessiz saat satıcısı Senegalliler ya da kötü kokulu yemek yapan Kongolulardan ibaret değil İstanbul’daki Afrikalı göçmenlerin sahnesi. Mesela Nijeryalılar eğlence hayatında görünür durumdalar. Kendi kulüpleri var, müzik mekanları var, restoranları var. Bunun yanında ticaretle uğraşan Laleli, Kapalıçarşı, Osmanbey, Merter gibi bölgelerde dolaşan Afrikalı göçmen rehberler var.  Mesela bu rehberler dükkanlara Afrikalı müşteriler getiriyorlar. Bu, o dükkân için çok kıymetli bir şey. Dükkân sahibi, rehberlere bunun için sakal dedikleri bir komisyon veriyor. Dolayısıyla ticari bölgelerde saygı ve sevgiyle karşılanıyorlar. Sipariş alıyorlar, yurtdışına mal gönderiyorlar, enformel ekonomiye katkıda bulunuyorlar. Bu da başka bir Afrikalı göçmen sahnesi.

Ayrıca burada şunu da eklemek istiyorum; “Bu göçmenler yüzünden ev bulamıyoruz.” diyen de bizim insanımız, göçmenlere yüksek rakamlarda ev kiralayan da bizim insanımız. “Göçmenler yüzünden iş bulamıyoruz.” diyen de bizim insanımız, göçmenleri ucuza çalıştırdıkları ve sigorta yapmadıkları için tercih eden iş insanları da aslında bizim insanımız. Böyle de bir kısır döngüdür gidiyoruz.

Yani evet, bu, benim işime yarayacak olan bir yabancıyı istiyorum demek gibi bir şey biraz belki. Evet, oralarda çok fazla çelişkilerimiz var. Bir de ben mesela sosyal medya üzerinde çalıştığım için orada da gözlemlediğim bir şey var: “Türkiye’de ırkçılık yok!”  söylemi… Türkiye’de yaşayan ve Youtube’a içerik üreten Afrikalılar var mesela. Adam veya kadın, orada bir video yapmış, Türkiye’de uğradığı ayrımcılıkları anlatıyor. Kendi yaşadığı şeyi anlatıyor. Alttaki yorumlar; “İşte seni gidi âdi, Türkiye’de olur mu hiç öyle bir şey. Sen yalan atıyorsun.” Tamam da sen yapmıyorsun diye kimse yapmıyor diye bir şey yok. “Bizde sömürgecilik yok, o yüzden bizde ırkçılık yok, Avrupalılar sömürdü, onlarda ırkçılık var.” algısı var. Mesela ben bir Afrikalı ile evliyim, melez bir kızım var. Ben de Afrikalıların içine biraz girdikten sonra görüyorum bu tavırları. Yine Afrikalı- Türk çiftler var.

Onların da mesela sosyal medya üzerinden paylaştıkları bazı hoş olmayan deneyimleri oluyor. Geçen yıl Esenyurt tarafında bir sitede kendilerine ev verilmediği konusunu gündem yapan bir çift olmuştu. Kadın Türk ve kurumsal bir işi var. Emlakçılarla telefonda konuştuğunda gayet olumlu konuşuluyor ama evi görmeye gittikleri zaman “Aa eşiniz siyahi miydi, o zaman veremeyiz!” diyorlar. “Bu sitede Afrikalılara ev vermiyoruz.” diyorlar. O çift, çocuklarının yanında üzüldü ve mahcup oldu ve bunu gündem yapmaya çalıştılar mesela. Afrikalı eşi, kendisini aşağılanmış hissetti. Veya uygunsuz sorularla karşılaşabiliyoruz. “Siz nasıl tanıştınız?” veya daha kötüsü “Bunu nereden buldun?” gibi… Mesela benim kızım, yazın yaz okulu gibi bir anaokuluna gitti. Biraz sonradan da gelmiş olduğu için -oradaki çocuklar birbirleriyle daha önceden kaynaşmışlardı- aralarına almak istemediler ve kızım bunu biraz zorlayınca da “Sen kahverengisin, sen neden farklısın?” gibi sorular sormuşlar. Bu, tek başına belki kötü niyetle yapılmış bir şey değil ama o çocuğun kafasına işlemiş ve farklı olduğu için onunla arkadaş olmadıklarını düşündü ve bu sene ilkokula başlarken “Babam okula gelmesin.” dedi. Biz çok şaşırdık ve bunu sorguladığımızda ortaya çıktı ki, arkadaşlarının babasının Afrikalı olduğunu bilmesin istiyor. Babasını gördükleri zaman onu dışlayacaklarını düşünüyor. Çok ağladı ama tabii biz bunu kabul etmedik. “Biz, bir aileyiz ve ailemizle gurur duyuyoruz. Senin de hem anneni hem babanı kabullenip savunuyor olman gerekiyor.” dedik ve hep beraber gittik. Bu okulda da çok fazla sorun yaşamadı ama yine de yeni bir şey olduğunda o farklılığının ortaya çıkmasından çekinen bir tavrı var. Tabii bu konular, Avrupa’da ve Amerika’da uzun yıllardır tartışılan konular ve insanların en azından neyin yanlış, neyin doğru olduğu, neyin saldırgan veya ırkçı kabul edilebileceğiyle ilgili daha çok bilgileri var. Bizim de zamanla daha çok bilinçleneceğimizi umuyorum.

Evet, aslında dediğiniz gibi Türkiye’de Afrikalı-Türk evlilikleri çok az. Avrupa’da ve Amerika’da bu çok daha yaygın. Dolayısıyla Türk insanı ve çocuklar, bu imaja aşina değil ve bu durumu garipseyebiliyorlar.

Tabii ben de kötü niyetle bakmıyorum, çocuklar farklılıkları tabi ki zorlayabilirler, bu çok doğal. Sadece zamanla, belki de melezler arttıkça bu durum normalleşecek. Ama bunun tabii sadece negatif bir yönü yok, kızım çok pozitif bir ilgiyle de karşılanıyor. Bebekliğinden beri “Ay ne tatlı, ay ne şirin!” diyerek seviliyor. Olayın böyle bir yönü de var ama o da aslında çocuğa zara veren bir şey. Çocuğa sürekli “Sen farklısın, sen farklısın.” demek oluyor. “Çok güzelsin ama farklı olduğun için güzelsin.” demek oluyor. Biz de çocuğumuz sağlıklı ve kendine güvenli bir şekilde büyüyebilsin diye elimizden geleni yapıyoruz. Özet olarak şunu söylemek istiyorum; Afrikalılarla ilgili Türklerin alması gereken daha uzun bir yol var. Kalıplardan kurtulmalı, dinlemeyi öğrenmeli, insanlara sormalı, yani nereden geliyor, ne yapıyor. Karşısındaki kişi, onu bir yere oturtmuş; açlıktan, yokluktan geldiğini düşünüyor. Oysa o kişinin mesela babası önemli bir bürokrat olabiliyor. Müslüman olduğu için Avrupa yerine Türkiye’de okumayı seçmiş. Eğitimsiz bir aileden gelen göçmenler de var. Hepsi de kıymetli. Kariyerine bağlı bir ayrımcılık yapmıyoruz tabi ki.  İnsanlar sadece önyargılarını bırakıp, dinlesinler, merak etsinler. Ben, bu 6-7 yılda çok şey öğrendim ve bunlar beni çok zenginleştirdi.